
SOKAK HAMBALLARI
Hammal’ın
Adanacasıydı “hambal”. Bugün için aklımıza gelen tek anlam, “ücret karşılığında sırtında yük taşıyan
kişi”… Çocukluğumuzda ise hambal veya hamal denildiğinde, sokağımızın iki yanındaki hendekler gelirdi
aklımıza.
Sokak
gibi sokaklarda olurdu bu hendekler. Sokak gibi olmayan sokaklar da vardı ki,
şöyle yazıyoruz; sokak gibi olmayanlar, bir sülaleye ait geniş alan üzerinde,
bir o yanda, bir bu yanda yer alan evler topluluğu arasındaki düzensiz yollar.
İki tarafında avlu çiti bulunanlar, anlatmak istediklerimizdi. Zaten hamallar
da, bu sokakların iki yanında yer alır, yağmur suyu ile evlerin atık sularını
tahliye ederdi.
Uzun
zaman geçtiği için bölük pörçük kareler şeklinde geliyor aklıma; genişliği 50
santim, 1 metre, derinliği de yaklaşık 40-50 santim kadardı. Ana görevi, yağmur
sularını tahliye etmekti. Fakat evlerin curunları
(*) ile çamaşır leğenindeki kirli sular
da bu hamallar vasıtasıyla taşınırdı…
O
vakitler, hemen her avlu girişi, ara-sıra demirden yapılmışına rastlansa da,
küçük tahta köprücüklerle mümkün olurdu. Yaz sıcağında, çabucak
buharlaştığından ve üstelik sokak sakinlerinden çoğu bağda-dağda, köyde-yaylada
olduğundan, pek su olmaz, fakat yine de fışkırmış otları besleyecek kadar
ıslaklık sağlanırdı. Elbette ki, temizlik sabun,
doğal soda ve kül sayesinde mümkün olabildiği için, bu kanallarda kimyasal
ürün artığı falan olmazdı asla…
Çok
uzun bir yürüyüşten sonra ancak erişebildiğimiz bir akraba evine yılda ya iki,
ya da üç kez giderdik. Yüksekdolap’ın Yeşil köşesinde taban dövmeye başlar,
on-onbeş dakika sonra kendimizi hergele yolunda bulurduk. Batıya doğru yüz –
yüzeli metre yürüdükten sonra artık ev falan göremezdik. Toz içindeki yolun
güney tarafında katran kokulu, siyahımsı kahverengi ile yeşile çalan bir dere,
bu yolun karakteri gibiydi. Zamanla, sokak hamballarından gelen suların bu
dereyi oluşturduğunu öğrendik.
KALE SURLARINA
BENZEYEN KARGI
Hergele Yolu’nda, batıya doğru yürüdükçe,
katranımsı sıvının güneş ışınlarını yansıttığı dere kenarındaki yeşil sur da
daha bir yoğunlaşırdı. Kargıların oluşturduğu bir surdu bu. Bizim o yıllarda
sadece “kargı” diye
isimlendirdiğimiz bitkiye sonraları kamış ta dendiğini öğrendik. Hal bu ki,
kamış sözcüğü, bizde şeker kamışı demekti.
Mükemmel
bir çit duvarı olan kargılar, belki de katran görünüşlü bu deredeki kirli su
sayesinde, minare boyu yükselir, hafif rüzgârda bile musikiyi anımsatan
hışırtısına uymuş yaprakların nazenin salınımı gönüllere ferahlık verirdi.
Kargı,
günlük yaşamımızda hayli yer alırdı.
En
önce, kasnaklı kuş (uçurtma) yapmak
için şarttı…
Her
evde en az iki veya üç tane olan sepetler de kargıdan yapılırdı. Neredeyse bir
çeyiz ürünü sayılacak türlü çaptaki seleler de kargıdan örülürdü.
Ova
Adana’sında, ne kadar mütevazı olursa olsun derin bir kültürün günümüze abanmış
anıtı gibi duran huğ’lar da kargı
sayesinde ayakta kalırdı. Bir çok evin duvarları, kargıdan çatılır, iç ve
dıştan iyice olgunlaştırılmış samanlı çamurla sıvanarak sıcağa, soğuğa karşı
dayanıklı, mis gibi paneller elde edilirdi.
Kavallar
da kargıdan yapılırdı… Elbette, atalarımızın gök kubbeye yayılmış nefesini
toplayarak bir ilahi nağmeye dönüştüren o muhteşem neyler de, temelde kargıdan
başka bir şey değildi. Nice hattat, kargıdan kesilmiş kalemi mürekkep hokkasına
batırarak ne mükemmel hat levhaları oluşturmuştur, kim bilir!..
Bahçelerdeki
fasulye sırıkları da kargıdan başka bir şey değildi. Bir de, erkenci kabak
ekmiş bahçeciler, başta palmiye olmak üzere, türlü çeşitli yaprak demetlerini
alttan üstten yerleştirilip bağlanmış kargıya tuttururlardı. Bu demetler, ilk
akşam, toprak yuvalar içindeki kabak fidelerine kapatılır, sabah açılırdı. Böylece,
kapak mahsulâtı, soğuktan korunabilirdi…
Yaşıtlarımızın
çoğu, sokak hamballarını unutmuştur; eğer anımsatabildiysek, hele ki gelecek
kuşaklara o yılların Adana’sından bir şeyler aktarabildiysek, ne mutlu bize…
(*) Curun: Tulumba veya muslukların önündeki küçük havuzcuk. Atık sular burada biriktirildikten
sonra uygun zamanda boşaltılırdı.
ARAŞTIRMACI YAZAR: NURETTİN ÇELMEOĞLU