
HEYBE
Bisikletimin bir de sepetlik denilen yeri vardı. Burayı
sepet için kullandığımı anımsamam. Fakat bazen kardeşlerimden biri, bazen de
bir arkadaşım sepetliğe oturarak yol arkadaşım olurdu. Sepetlikte bir de sert yaya bağlı mekanizma vardı. Bir ucunu kaldırıp
heybedeki yarıktan geçirerek tekrar kapattığımızda heybe artık, imkânı yok,
yerinden oynamazdı. Bizim heybeyi zamanında babam kullanmış. Pazara giderken
sepetliğe takardım. İki yanında bulunan
torbaların dış yüzeyi desenli halı parçasıydı. Sırtının keçi kılı karışımlı
kalın pamuk ipliğiyle dokunduğu belliydi. Her biri en az 20 kilo, belki daha
fazla yükü taşıyabilecek kadar sağlamdı.
EŞEK VE ATLARA DA HEYBE KONULURDU
Eşek
heybesi bisiklet heybesinden, at heybesi de eşek heybesinden büyüktü. Bunların
da gözlerinde dış yüzeyi kilim ya da halı parçasıyla kaplı olurdu.
Bisikletteki, diyelim ki 20’şerden 40 kilo taşırsa, eşeğin ki en azından 100,
atınki de 120 kilo taşıyabilirdi.
Yıllardır
heybe görmüyorum; belki görüyorum da fark etmiyorum. Şimdi de yapılıyor veya
kullanılıyorsa, artık o eski dokuma ve desen niteliğini taşıdığını sanmam. Sanmam, çünkü artık dokuma, halı, kilim
iplikleri kök boyalarla işlenmiyor. Eskiden, en çok ta yörükler, yünü,
kılı, pamuğu uygun oranlarda karıştırıp zeytinyağıyla kaygan demetler haline
getirirler, sonra da demetin bir ucunu elde inceltip kirmen denilen iğlere bağlardı. Kirmen döndükçe de lif demeti yavaş
yavaş akıtılır ve böylece iplik topları üretilmiş olurdu. Yeteri kadar iplik
elde edildikten sonra bu kez de birkaç gruba ayrılır ve her biri, çeşitli bitki kökü, çiçeği, yaprağı ve
topraktan elde edilmiş maddelerle kaynatılarak istenilen renklerde boyanmış
olurdu. Bu boyalar kolay kolay solmazdı.
ÇANTA HEYBELER
Yakın
geçmişteki yıllarda entellektüeller ve gençler arasında heybeden çanta taşımak
moda olmuştu. Bunlar tek gözlüdür. Son
yıllarda çanta heybe taşıyanlar azaldı fakat turistler tarafından kapışılıyor. Ne var ki, elli, altmış yıldır doğal elyaf
ve doğal boya yerine sentetikler ve kimyasal boyalar kullanılıyor.
Bazılarının kanserojen olduğunu bir değil birkaç kaynaktan okumuştum.
DERVİŞİN HEYBESİ
Dervişlerin
mutlaka iki gözlü heybesi olurdu. Boş olsun, dolu olsun, her derviş omuzunda
veya boynunda mutlaka heybe taşımak zorundaydı. Heybesiz derviş, asla derviş sayılamazdı. İnanışa göre, heybenin ön
yüzünde iyilikler, tatlı sözler, şirin anılar olur, arka gözünde ise
kötülükler, gıybetler, küfürler ve benzeri fenalıklar olurdu. Derviş her zaman iyiyi arayıp iyiye
yönelmek zorunda olduğundan ön yüzü açık olur, buradan gerektikçe iyilik
dağıtılırdı. Kötülükler ise anılarda bile kalmamalı, kimseye zarar
vermemeli hele hele öç alma dürtüsünü uyandırmamalıydı. Bu nedenle de ağzı
kapalı tutulurdu.
AVCI VE HEYBESİ
Abartı bağlantılı avcı hikâyelerini duymuşsunuzdur. Bir
avcı anlatıyor… “O sene zemheri öyle zonturluydu ki, sabaha karşı Tuzlaya ava
gittiğimde baktım su donmuş ve üstünde sayısız ördek. Tek fişek atmadan alıp
alıp heybeye doldurdum ve eşeği Adana’ya doğru sürdüm. Biraz sonra güneş
ortalığı ısıttı. Ördekler yavaş yavaş kendine gelmeye başladılar. Bir de fark
ettim ki heybeden çıkabilmek için kanat çırpıyorlar. Daha da canlandılar ve
kanatlarını daha hızlı çırpınca eşekle birlikte havalanmaya başladık. Korktum,
ya düşersem diye. Neredeyse bulutlara değecektim. Aklımı seveyim; hemen
cebimdeki bıçağı çıkarıp bir sağımdan bir solumdan ördekleri kesmeye başladım.
Anca inebildiğimde Mihmandar’a gelmiştim.”
Hepsi bu kadar değil; turpun büyüğü heybede… Başınızı ağrıtmamak için bu kadarıyla yetiniyorum. [ Nurettin Çelmeoğlu)