
LANGIRT
Bizim kuşak iyi bilir. Tıpkı plastik 45 devir plaklar,
müzik kasetleri, Betmax ve ardından VHS Viedo kasetleri gibi, Langırt da uzunca bir süre zirvede
kaldı. Kısa sürede, ortaokul ve liseliler arasında hızla yayıldı ve birkaç yıl
hükmünü sürdürdü
“Masatopu” derdik
önceleri… Hızla yayılmıştı. Adana’nın en ücra köşelerinden tutun, kent
merkezindeki Erciyes Sineması köşesine kadar her tarafta langırt salonları
vardı. İki masa alan ufak yerde başlıyor, çok geçmeden masa sayısını arttırıp
daha geniş yerlere taşınıyordu. Salon sayısı zirveye yaklaşırken “masatopu”
sözcüğü unutuldu, “langırt” öne çıktı. İleri geri hareket ettirilebilen ve
ekseni etrafında döndürülen çelik çubuğa dizilmiş ayağı lastikli küçük demir
adamlarla oynanırdı. Usta oyuncular, başı dönmüş dana gibi sağa sola hızla
giden topu yakalayarak müthiş şut attırabiliyordu. O çok güçlü şut kaleyi
bulduğunda çıkan sesle birlikte, atan oyuncu ve seyirciler koro halinde “Langırt!” diye bağırırdı.
Masanın alt tarafındaki yarıktan atılan 25 kuruş ya da jetonla
dökülen belli sayıda top, her golden sonra birer birer masaya alınır, top
bitince, cepte hala varsa yeniden 25 kuruş atılırdı. Saatlerce oynayan
meraklılar vardı. Usta oyuncular kolay kolay para harcamaz, maliyet, doğal
olarak kaybedenin sırtına binerdi. Sonradan,
langırt oyunlarının giderek yükselen grafikle kumara yol açtığı görüldü.
Ailelerin baskısı yetmedi, okullar şikayetçi oldu. Basın takibe aldı ve yıllar
sonra langırtçılar piyasadan çekildi. Salgının başlangıcında açılan salon
sahipleri esaslı biçimde yükünü tutmuştu zaten.
Langırtçılar zamanla
ek gelire yöneldiler “Tilt” diye
bildiğimiz kumar makinelerini
getirdiler. Bazılarına müzik
dolabı da geldi. Önü camlı, düğme konsollu, renkli ışıklarla süslenmiş şık
dolaplar. İçeride, daire yuvaya dikey dizilmiş belki yüz, belki daha fazla
plastik plak var. Sevilen, döneme damga vuran azı yerli, çoğu yabancı
sanatçıların doldurduğu 45’lik plaklar. Dolapların önünde de kuyruklar oluşmaya
başladı. Makineye 25 kuruşu atan, düğmeleri kullanarak istediği plağı
çaldırabiliyordu. Genelde, yabancı moda müzik çaldırıldığı için oradaki
gençlerin neredeyse tamamı, müziğin ritmine göre durup-dineldiği yerde harekete
geçerdi. Yaptıkları, bir bakıma “Çakılı
dans” sayılabilirdi bence. Çünkü vücut zerre kadar oynamıyor, sadece baş,
boynun altında bilyeli mekanizma varmış gibi ritme uyarak ileri-geri hareket
ettiriliyordu.
Birkaç kez bu salonlara ben de arkadaş grubu içinde gittim.
Yanımdakiler müzik dolabının başına geçince ben de yanaşıyordum. Benden başka
herkesin müziğe uyduğunu görünce utandım. Önce çekindim; baktım, olmayacak. Ben
de başladım boyun hareketine. Birkaç dakika sonra uyum sağlamış, hiç
anlamadığım ve daha önce dinlemediğim müziğe ve aslında arkadaşlara kendimce
katıltmıştım.
Sıra arkadaşım fark etmiş; döndü, omuzlarımdan tutup, “Sen belinden eğilip kalkıyorsun. Olmaz
böyle, üstüne gülerler. Boynundan kafayı oynatacaksın” dedi. Etrafımı
saliseler içinde gözden geçirdim; herkes kafayı gayet güzel oynatabiliyordu.
Ben de kafayı oynatmak içi çaba gösterdim. Bu kez de başımın “Evet-Hayır-Evet-Hayır…” der gibi
hareket ettiğini söyledi arkadaşım. Bir eliyle alnımı, diğer eliyle de başımın
arka tarafını sıkıca kavrayıp alıştırma yapmak isteyince sıkıldım; “Bırak, bırak!..” dedim, “Ben kafayı oynatmaktan vaz geçtim.”
O zamanlar
yapamamıştım; birkaç yıldır her gün defalarca kafayı oynatıyorum;
hem de özel çaba göstermeden.