
ÖPTÜN MÜ ELLERİNİ ?
Yıllardan bir
yıl; ben diyeyim bin dokuz yüz elli beş, siz deyin elli altı… Bayramlardan bir
bayram…
Mutlaka babadan
alınmış bir görev olmalı ki, dışarıdaki işimi bitirip eve geldiğimde, en az
30-40 kişilik bir kalabalıkla karşılaştım. Çevre il ve illerdeki akraba
teşkilâtı bizde. O zamanın Adana evleri, istisnasız, avlulu olurdu. Bizim de
geniş bir avlumuz vardı. Oturduğumuz yerin üzeri “Yediveren” asma ile
gölgelenir, diğer bir tarafında Turunç ağacımız, beride, doğduğum gün dikilmiş
nefis çam ağacı, onların yanında, kendi özel çardağında asma boyutlu, mis
kokulu, açtı mı yüzlerce çiçek veren al yanaklı sarı gülümüz. Gaz tenekelerinde
sıçramış gibi gözüken nice çiçeklerimiz de yardımcı oyuncu gibi durmakta… “O
zamanın behrinde…” ifadesiyle tipik bir Adana avlusu yani.
30-40 kişinin
çoğu kadın. Aralarında ya iki ya da üç erkek var. Simalara bakıyorum;
bir-ikisini anımsar gibi oluyorum ama, büyük teyze miydi, halaların akrabası
mıydı, bir türlü çıkaramıyorum.
Asma çardağını direyen
kalın kavak direklerinden birine sırtımı verip konuşmaları izlerken, bir yandan
da “Kimdi yahu bunlar?..” sorusuna cevap yakalamaya çalışıyorum. Aralarında
hararetli hararetli konuşuyorlar ya, nasılsa bir ip ucu çıkar diye beklerken,
beklerken babamın bariton sesi, yüksek perdeden bende patladı: “Öptün mü
ellerini?..”
Hayır,
öpmemiştim. Millet kendi arasında öyle koyu sohbette iken, lafın içine
edercesine girilip el öpülmez ki!.. Misafirlerin tamamı bir anda gözlerine bize
dikti. Allah bilir ya, varlığımın farkında bile değilken, pederin kendine özgü
sert tandanslı yüksek sesi ile dikkat kesildiler. İçlerinden bir-iki en
yaşlısı, gerçekten gülümseyen gözler ve şefkat dolu bakışlarla yüzümdeki
ürküntüyü fark ederek yalan söylemeye kalkıştılar: “Öptü, öptü babası!..”
Peder bu; kaçın
kur’rası, hiç yutar mı!
Yutmadı
elbette. Bu sefer, ilkinin on beş misli güçlü bir ses ve 90 numara hiddetle
öyle bir “Öp bakiym ellerini!..” çekti ki, Allah-Allah, Allah-Allah, ve de
Süphanallah!.. Sanırsınız Hazreti Davut nida eylemekte.
Yanlarına
geldikten bir saat sonra el öpmeye kalkışmanın verdiği utanç şöyle dursun, bu
kadar kişinin önünde azarlanmak o denli zoruma gitti ki, ben “Ya Allah!..”
çekip hemen yanımızdakinden başlayarak el öpmeye koyulurken, gözlerimden yaşlar
fışkırıyordu. İri damlalar peş peşe düşünce, imkânsız, karşımdakinin kim
olduğunu göremiyordum. Milletin kucağına doğru hamle ettikçe, bir şekilde
yakaladığım eli öpüp başıma koyuyor, acele acele bir sonraki ele yapışıyordum.
İçim dev volkan
lavlarını püskürtmüş, kalbimi, ciğerimi yakarken “Olan oldu, rezilimiz çıktı,
bari bir an evvel bitirip şuradan kaybolabilsek…” diye düşünmeye başlamıştım
ki, yakaladığım ellerden biri inat etti. Ben çekerim o çeker. Yahu ver şu
zıkkım elini öpelim de kurtulalım. I-ıh!.. vermiyor. Birkaç saniyelik karşılıklı çekişmeden sonra, nasıl olduysa
fark ettim ki, karşımdaki de benden iki ya üç yaş küçük kız çocuğu. Biz o telaş
ve gözyaşı ile sıradan geçerken demek ki çoluk-çocuk demeden yakaladığımız eli
öpüyormuşuz. Bu seferki de, kendinden büyük bir çocuğa el öptürmekten utanmış
olmalı, Allah’a sığınıp kendini kurtarmak için var gücüyle direniyor. Şu işe
bakın; o da içine düştüğü tuhaf durumdan etkilenmiş, ağlıyor üstelik…
Sürekli gözyaşından dolayı yarı kör olmuşum ya, çocuğu, yaşlıyı ayırt edecek halde değilim… Hadiii, alın işte size utanç üstüne utanç, mahcubiyet üstüne mahcubiyet… Kim bilir o gün daha ne potlar kırmışımdır. Halka şeklinde oturdukları için, birini bırakıp öbürüne geçtiğimden belki bir-iki tur yapmış ta olabilirim…
Anlayacağınız,
o kapkara gün nasıl bitti, el öpme seremonisi nasıl sonuçlandı, gerçekten
hatırlamıyorum. Kara bayram dedikleri, işte benim o günkü bayramımdı.