
ÇÖMLEKLERİMİZ AÇILDIĞI ZAMAN
Adanalı
pek çok aile gibi biz de çömlek
zenginiydik. Kilerimizde farklı büyüklükte en azından oniki çömlek olurdu.
İçi-dışı parlak yeşil sırlı olan bu mutfak gereçlerimiz hayli önemliydi. Küçük
dört çömlekten biri domates, diğeri biber salçası, üçüncüsü de bal için
ayrılmıştı. Dördüncüsünde ise eritilip
kıkırdağından ayrıldıktan sonra sade yağla karıştırılmış yemeklik katı yağımız
olurdu. Sade yağ, tereyağının çok hafif köz ateşinde ısıtılıp içindeki
ayranı alınmışı. Canan Karatay Hoca’ya göre sağlığa en uygun yağı yiyormuşuz o
vakitler. 1950’lerin ortasında, “Hayvani
yağ zarar, bitkisel yağ yarar” dediler. Babam uzun süre direndiyse de bizim
zorlamalarımız üzerine kuyruk-sade yağ ve Vita margarin üçlemesiyle orta yolu
bulmuştuk.
Benim
için değer taşıyan çömlekler, ağzına çamurdan takke geçirilmiş olanlardı.
Bunlarda, kış için hazırlanmış reçellerimiz, pekmezimiz saklanırdı. Sonbaharın
sonuna doğru sabrımın sonuna geldiğim için annemi zorlardım açsın diye. “Bir-iki hafta daha sabret”
önerisiyle karşılaşınca da, çömlekleri sayı ve hacim itibariyle bizdekilerden
büyük olan halamlara gider, “Ham incir
reçeli çömleğini ne zaman açacaksın hala?” sorumu yöneltirdim. Bu soru
ikiletilmez, “Halası kurban olsun, canın
mı çekti babam? Şimdi açarım” müjdesiyle sevince boğulurdum. Nasıl ayrıd
edilirdi anımsamıyorum ama doğru çömlek avluya getirildiği saniyeden itibaren o yıllardaki değer yargılarıma göre kutsal
tören başlardı. Halam, çömlek ağzındaki kurumuş çamurdan takkeyi kenarından
kenarından bıçakla kurtarıp çıkarınca işin önemli safhası halledilmiş olurdu.
Çamurun altında iri incir yaprağı, onun altından da yine kocaman üzüm yaprağı
olurdu. En sonuncusu ise sıkı sıkıya sarılıp bağlanmış tülbentti. Bu da
çözüldükten sonra o canım reçel gül
cemalini bütün şirinliğiyle ile gösterirdi. Kutsal törenin sondan bir
önceki hareketi, halamın acilen çıkardığı ayna gibi parlayan bir reçeli tadına bakmam
için bana verip “Gadasını aldığım,
nasıl, güzel olmuş mu?” diye sormasıydı. Kaseye konmuş birkaç inciri
dakikalar içinde berhava edişimle tören tamamlanırdı.
Ham
inciri anlattık. Diğerlerini sayalım: zerdali,
olgun incir, kuru incir, ayva, elma, mantaş kabağı reçelleri ve pekmez…
Çömleklerde sadece tatlılar değil, ekşiler, tuzlular da saklanırdı. Salamura asma yaprağımız, turşularımız, salamura ve basıldıktan sonra
yaz boyu ters çevrilerek toprak altında olgunlaştırdığımız basma peynirimiz ve
kırma zeytinimiz de çömleklerdeydi. Evliliğimizin ilk yıllarında basma peyniri
ben de yapıyordum. Birinde oğlum komşumuza, “Cabbar amca, babam peynir ekiyor” demişti.
Yazın
ve güzün, daha çok da rutubetsiz, alev
alev esen poyrazlı günlerde kurutulan kışlık sebzelerimiz ve tarhanamız tavana
asılı bez torbalarda korunurdu. Domatesi, oyulmuş patlıcan ve kabağı,
patlıcan içini, doğranmış fasulyeyi, bamyayı anımsıyorum. Tabii kışlık
sebzelerden lahana, pırasa, ıspanak da menüde yer alırdı. Patates rahat
saklanabildiği için kışın da bulunuyordu zaten. Gençler için yazayım; o
yıllarda her sebze sadece mevsiminde bulunurdu. Sera malı pek bilinmezdi. Derin
dondurucuyu bırakınız, buzdolabının bile sadece adı vardı. Konserveye güven
olmazdı.
Kış
yemeklerimiz kuru bakliyat, dolma,
sarma, çorbalar, pilavlar, kelle-paça, içli köfte, sarımsaklı köfte, humus,
kebap türleri ve kuru sebzelerdi. Tarhana bizde taneli olurdu. Tane
dediğim, üç-dört santim çapında küre şeklindeki içli köftelerdi. Kıyması
özellikle yağlı yapılırdı ki, kaşığı vurup da ikiye ayırdığınızda, kırmızımsı
yağ çorba yüzeyine dağılsın. Bazıları kıyma yerine saf içyağı kullanırdı. İç
yağ ısıtır soğuğa karşı koyarmış; öyle derlerdi.
Bahçemizde
yeşil sırlı üç küçük çömlek var. Herkes süs olduğunu düşünüyor. Ben ise onlara
bakıp kutsal çömlek açma törenlerini hayalimde yaşatıyorum; özellikle de bu
mevsimde.