
ADAK PARASI DA KOZADAN ÇIKAR
Bizler
çocukken kadınların sık sık adaklar adadığını duyardık. Endişeye yol açan
olayları kazasız belasız atlatmak, hasta çocuğun iyileşmesini sağlamak,
beklentisinin gerçekleştiğini görmek gibi sayısız nedenlerle Tanrı katında taahhüde girmek demekti
adak.
En
yaygını mum yakmaktı. Ucuzdu. Fazla
önem taşımayan durumlarda tercih edilirdi. Evde yakılabildiği gibi,
gerektiğinde “Filan Dede” yatırında
da yakılabilirdi. O yıllarda her semtte yatırlar olduğunu anımsıyorum. daha üst
derecelere sahipti. Çoban Dede, Ali
dede, Bulut Dede, Hızır Aleyhisselam Ziyaretgahı, Zilli Dede… Bazıları
hastalık için, bazıları belayı defetmek için isim yapmıştı. Zilli Dede ise çocuğu olmayan
kadınların derman kapısıydı. Mumun bir üstü “Çörek dağıtmak” şeklinde çıkardı ağızdan. Çocuk, endişe duyduğu
sınava girecek. Annesi, “Sınavını başarırsa 50 tane çörek dağıtacağım” der,
sınava destek olurdu. “Horoz kesip pilav dağıtmak” daha ele
avuca gelir, dişe dokunur adaktı. Bunun üstündeki de, koyuna, mevlid okutmaya, hatta yemekli mevlide kadar giderdi.
Fakaaat,
maliyetli adakların da, daha güçlü bir
üst sınıfı vardı. O da, adayan kadının, tüm
giderleri kendi kazancıyla karşılamayı da yüklenmesiydi. Büyük amcamın eşi Makbule Yengem böyle bir
adakla kendini bağlamıştı. Okula gitmemiş, mesleği olmayan ev kadınıydı. O
kadar parayı kendi emeğiyle nasıl kazanacaktı? Elbette kozaya giderek, yani pamuk tarlasında çalışarak…
Koza
zamanı gelmişti. Tarlalarımızı, babamın hala oğlu yarıya tutmuştu. Yarıcılıkta
hayli ilerlemişti ve bin dönüme yakın tarla sürüyordu. Bir sabah, bohçasını ve
sepetini hazırlamış olan yengemi traktörün arkasına bindirip kozaya götürdü. İlginçtir, aynı römorkta adak parası
toplamak üzere yola koyulan iki kadın daha vardı. Biri çok gençti. Sonradan
öğrendim; hasta babasının iyileşmesi için gidiyormuş. Sezon bitmeden de dönmüş.
Çünkü adamcağız o kadar bekleyememiş fani dünyada…
Hafta
sonu naylon arabayla tarlaya gittik. Amcam da bizimleydi tabii. Tarlamız,
şimdiki Barkal Durağına çok yakın, yoldan olsa olsa 50 – 60 metre içeride.
İçinde sadece yaşlı dut ağacı var. Onun gölgesinde piknik yapacağız ve bu arada
yengemi de göreceğiz. Oturduk, soframız hazırlandı. Amcam, uzaktaki ırgatların
bulunduğu yere giderek yengemi getirdi.
Bize
yaklaşırken yengeme benzetememiştim. Ayağında şalvar. Üstünde, o sıcağa rağmen
uzun kollu bir giysi, başını ve yanaklarını korumak için sarılmış eşarp-şal
arası bir örtü. Tanınmaz haldeydi. Üç-beş günde insan bu kadar mı esmerleşir,
bu kadar mı yıpranır; inanılır gibi değildi.
Gülerek
yaklaştı. Anneme, “İlk gün 60, ikinci
gün 65 kilo topladım. Ama şimdi alıştım, 80 kiloyu öldürmüyorum. On güne kadar
adak parasını toplarım Allah’ın izniyle” demişti. Tabii aramızda vakit
geçirdiği için o günkü nafaka eksik kalmıştı, eminim.
İkindi
vakti ırgat çadırlarının olduğu alana gittik. Dallar ve kargılarla çatılan karkas
üstüne savan, çul-çaput, kilim, hasır gerilerek yapılmış gölgeliklerdi. Yengem,
kendi gibi adak amacıyla gelmiş iki kadınla aynı çadırı paylaşıyordu.
Yanlarında bulgur, pirinç, salamura peynir, çay-şeker ve yuka ekmek (Oklavayla açılarak tandır veya sac üstünde pişirilen
yufka) vardı. Ağanın çocukları da öğlenleri yemek taşıyordu ırgata. Suyu toprak
testiden içiyorlardı. Testi duvarlarına gelen nem sıcak nedeniyle
buharlaştıkça, içindeki serinliğini koruyordu çünkü. Katlanmış yatak akşam serilip cibinlik de gerilince yazı işi özel yatak
odası hazırlanmış oluyordu.
İnançlıydı yengem. Emeği karşılığı topladığı parayı son kuruşuna kadar hayır işine harcadı. Kozada çeti dikeniyle edindiği yaralar da bir ay içinde kayboldu. Bazen ağa karısı ya da kızlarının da aynı amaçla kozaya gidip birkaç gün yahut hafta çalıştığını da işitmiştim. NURETTİN ÇELMEOĞLU